TASAVVUFUN BAŞLANGIÇ VE DOĞUŞU
TASAVVUFUN BAŞLANGIÇ VE DOĞUŞU
En üstün Peygamberin saadet devirlerinde olduğu gibi, ondan sonra da İslâm’ın fazilet örneklerine, Peygambere arkadaşlık yapmalarından daha üstün bir fazilet olmadığından «Sahabî» ismi verildi. Hemen onlardan sonra gelenlere «tabiîn-uyanlar», onları takip edenlere de «etba-ı tâbiîn-uyanlara uyanlar» denildi. İnsanlar arasında ihtilâflar başlayıp, ayrılıklar doğunca, dinî mertebelerde de değişiklikler ve bozulmalar meydana geldi. Ümmetin seçkinlerinden, dinî işlerde şiddet ve inayetleri olanlara «zühdâd ve ubbad- zühd ve kulluk gösterenler» isimleri verildi ve böylece avamdan ayrılmaları sağlandı. Daha sonra, bir takım bid’atler ve uydurmalar doğup fırkalar arasında ayrılıklar meydana çıkınca, her fırka kendi havassına (seçkinlerine) «zahid» ve «abid» dedi. «Fırka-i nâciye Kurtuluş Fırkası»ndan olan Ehl-i Sünnet bağlılarından, kalplerini gaflet yollarından koruyan, nefslerini Allah ile hıfz edip murakabe edenlerin bu vasıflarına «tasavvuf» ve
kendilerine de «sûfî» denilerek, bununla diğerlerinden ayrıldılar.
Bu isimler, Hicretin İkinci Asrının sonlarına doğru kullanıldı. «Sûfî» denilenlerin ilki;
«Ebu Haşim Sûfî»dir ve künyesiyle meşhurdur. Aslen Kûfe’li olup Şam’da irşâdla meşguldü. Süfyân-ı Sevrî’nin de çağdaşı… Süfyân, Basra’da H. 161 senesinde vefat etmiştir.
Süfyân dedi ki:
«- Ebû Haşim Sûfî olmasaydı, ben ilâhî incelikleri öğrenemezdim. Onu görmeden, tasavvufun ne olduğunu da bilmiyordum.»
Ebu Haşîm’den önce, ümmete bazı büyükler vardıysa da O, kendi zamanında zühd ve Şer’î hassasiyetlerde, tevekkül ve muhabbet yolunda emsallerini aşmıştı. Ondan evvel kimseye «sufî» denilmemiştir. İlk tekke, Şam’da, Remle denilen yerde onun için inşâ edilmiştir.
Bu tekkenin yapılışının sebebi şöyle rivâyet olunuyor:
Emîrlerden birisi avda iken, Ebû Hâşim’in gönül ehlinden bir kişiyle buluşup birbirlerinin ellerinden tutarak, derin bir sevgiyle görüşüp söyleştiklerini ve hemen oracıkta ellerinde bulunan yemeği birlikte yiyip vedalaştıklarını görür. Onların, böylesine samimi bir muamele ve ülfet içinde olmaları, emîrin hoşuna gider. Ebû Haşîm’e arkadaşının kim olduğunu sorar ve «bilmiyorum!» cevabını alır. «Nereli?» sorusuna da cevap aynıdır. Emîr hayretler içinde, böyle ciddi olarak görüşüp sevişmelerinin sebebini sorunca: «Bu bizim meslek ve yolumuzdur, böylece emrolunmuşuz!» karşılığını alır. Bunun üzerine, Emir bir içtimâgâh’ın, yani kendilerinin buluşmalarına mahsus bir yerlerinin olup olmadığını sorar; buna da «Hayır!» cevabını alan Emir: «Öyleyse, size bir yer yaptırayım da orada toplanırsınız!» dedikten sonra, «Remle» denilen yerdeki «hankâh-ı tekkeyi» inşa ettirir.
İşte, gönül ve muhabbet ehline yapılan ilk tekke, bu bina olup ilk sufî de bu zattır. O, bütün madde ve ruh ilimlerine vakıftı.
«Dağları iğne ile kazımak, kalplerden kibri kazımaktan daha kolaydır.» ifadesi, onun büyük sözlerinden… «Fayda vermeyen ilimden Alllah’a sığınırım.» sözünü de dilinden hiç düşürmezdi.
Tasavvuf ilmi, İslâmî faziletlerin, Şer’î ilimler kısmına aittir. Tasavvuf ehlinin yolu, öteden beri, Sahabî ve Tâbîlerden olan ümmetin büyüklerinin nezdinde hak ve hidayet yoluydu. Bu bakımdan tasavvuf ehli, diğer Şeriat ehlinden fazla olarak, bir başka ilimle de imtiyaz kazandılar. Bu yüzden Şeriat ilmi iki kısım oldu: Bir kısmı; fakihler ve fetva ehline mahsus ilim ki; ibadetler, âdetler ve muamelelerde olan umumî hükümlerdir. Diğer bir kısmı da, tasavvuf ehline mahsustur ve bu kısım ilim, nefs ile mücahede ve muhasebe esnâsında, bu yolda, meydana gelen zevk ve vecd hallerinden, bir zevkten diğer bir zevke yükseliş keyfiyetinde ve bunlara dair aralarında dolaşan ıstılahların şerhi mevzuundaki kelâmdan ibarettir. Ne zaman, ilimler âlimlerin kafalarından, gönüllerinden satırlara aktarılarak fıkıh, usûl-i fıkıh, ilm-i kelâm, tefsir ve sair ilimler telif ve tertip olununca, bu yolun adamları da kendi yollarının edep ölçülerini kaleme alarak, eserler telif etmişlerdir.
Bazıları zühd ve takvaya; alacakları veya terk edecekleri şeyde Resul’e uymak yolunda nefs muhasebesine dair kitaplar yazmışlardır. Nitekim, Muhasibî, «Kitâb’ur-Riâye» adlı eserinde bu usûlü gözetmiştir.
Bazıları da tarîkat edepleriyle, tarîkat ehhlinin zevk, vecd ve hallerine dair kitaplar yazmışlardır. Nitekim, İmam Kuşeyrî «Risale»sini ve Sühreverdi «Avârif-ul Maârif»in bu usûl üzerine kaleme almıştır.
İmam Gazalî, «İhyâ-ı Ulûm»unda iki kısmı bir araya toplamış; kitabında zühd ve takva ve Peygambere tâbilik hükümlerini sonra da tarîkatin usûl ve ıstılahları da şerh edip açıklığa kavuşturmuştur.
İşte bu beyanlara bağlı olarak, tasavvufun başlangıcı, nübüvvet ve risaletin başlangıcıdır. Tasavvuf, semâvî şeriatlerin hakikatleriyle vasıflanmaktan doğmuştur. Şeriatlerden murad, semâvî kitaplar ve İlâhî Emir ve Yasaklardır ki, tasavvuf, her zaman, itikat mevzuu hususları sabit olan bu şeriatlerin değişip yenilenmesiyle yenilenen amelî hususlarının da tatbikini ve kolaylıkla yerine gelmesini sağlayıcı bir vasıftan ve vesileden ibarettir.
Şu halde, tasavvuf denilen sıfat, nübüvvet ve risaletle beraberdir.
Hakikatlar denizi olan ve pek çok incelikleri kuşatan tasavvufun, büyük bir meselesini teşkil eden «Vahdet-i Vücud», Buda ve diğer batıl mezhep adamlarının kendi akıl ve mezhepleri hükmünce bahsettikleri «Vahdet-i Vücud»tan meâl itibariyle büsbütün başkadır. Çünkü, tasavvufun «Vahdet-i Vücud»u zevkî bir hadise; diğeri ise, aklî vâkıadır. Bunların arasındaki farkı, ona, tam mânâsı ve bütün incelikleriyle vâkıf olanlar ve ancak o üstün makama yükselme imtiyazını kazananlar bilir. Akıl ve zahir adamları, bu zevk yönünden mahrum ve mahçup oldukları için, yürüttükleri akla göre, bu iki görüş arasında bir münasebet bulurlar.
Necip Fazıl Kısakürek – Tasavvuf Bahçeleri