Kamil Mürşidin Farkı
Kamil Mürşidin Farkı
Mürşid-i kâmilin diğer insanlardan farkı var mı? Bu fark nereden kaynaklanıyor? Bazı insanlar gerçekten “seçilmiş” olabilir mi? Allah dostu veya mürşid diye tarif edilen bir kimsenin söylendiği gibi olduğunu bilmek mümkün mü?
Manevi terbiye için bir mürşid arayanlara bu sorular sık sık sorulmakta.
Kur’an-ı Kerim’de, “o da bizim gibi bir insan” kıyaslamasına peygamberler de muhatap olmuştur. İnkârcıların “bizim gibi bir insana uymayız” bahanelerinin elbette bununla bir ilgisi yoktur. Kur’an bir anlamda peygamberlerin ilâhlaştırılmasının önüne geçerken, inkârcılar ise o mübarek insanların büyüklüklerinden habersiz oluşlarını bu tür yargılarıyla göstermişlerdir.
Önce şunu belirtelim ki, inkârcıların hepsi aynı seviyede olmadığı gibi, iman edenler de aynı seviyede değildir. Allahu Tealâ insanlar arasından bazılarını seçmiştir. Bunlardan birçoklarını peygamberlikle, bazı kullarını ilim, güzel anlayış, ince kavrayış ve isabetli hüküm verme nimetleri ile süslemiştir. Bazı kullarına mülk, bazı kullarına saltanat vermiştir. Bazı kullarını özel dostluğu için seçmiştir. Bütün bunlar hakikattır; tercih ve taksim Yüce Mevlâ’ya aittir.
Peygamberler de Aynı Değil
Allahu Tealâ, peygamberlerine bile farklı dereceler verdiğini, bazısını diğerlerinden üstün kıldığını belirtiyor (İsra/55). İlâhi huzurda bütün insanlığın temsilcisi, peygamberlerin imamı, Makam-ı Mahmud’un sahibi Efendimiz A.S.’dır.
Bilindiği gibi, peygamber olmak için kulun hiçbir etkisi, tercihi ve tasarrufu yoktur. Ancak, velâyet ve irşad vazifesinde Allahu Tealâ’nın tercihi yanında, kulun gayret ve amelinin bir etkisi, değeri ve gereği vardır. Yani, Allahu Tealâ’ya dost olma yolu herkese açıktır. Belki herkes kâmil mürşid olamaz fakat Yüce Mevlâ’ya dostluktan bir nasibi olabilir.
Üstünlüğün Gerçek Ölçüsü
Velâyette ilk nokta imandır. Yüce Allah’a ve 0′nun gönderdiklerine iman eden herkes Allah’ın dostluğu için ilk adımı atmış olur. Bu adımda her mümin ortaktır. Yani her mümin velidir. Ancak bu, veliliğin ilk merhalesidir.
Ariflerin belirttiği gibi, iman dairesine girdikten sonra sonsuz velâyet dereceleri, farklı kulluk makamları, birbirinden güzel manevi haller, bitmez tükenmez ilâhi zevkler ve ilimler mevcuttur. Herkesin Allah katındaki derecesi, değeri ve fazileti değişiktir. Her mümin sahip olduğu ilim, amel, yakîn, teslimiyet, marifet, muhabbet, ibadet, hizmet, edeb ve takva ölçüsünde Allah katında sevilir, O’na yakınlık kazanır, ilâhi huzurda kabul görür. Maddi rızıklar gibi manevi rızıklar da farklıdır. Allahu Tealâ dilediği kullarına bol ikram ve ihsanlarda bulunur. Bir kuluna vermediğini, diğerine verir. Bu ilâhi tercihi şu ayetlerden anlıyoruz:
“Baksana, biz insanların bir kısmını diğerine nasıl üstün kılmışızdır! Elbette ki ahiret, derece ve üstünlük bakımından daha hayırlıdır.” (İsra/20)
“Herkes için yapmış olduğu amellerden dolayı farklı dereceler vardır.” (Ahkâf/19)
“Allah iman edenleri yükseltir. Kendilerine ilim verilmiş olanları ise, dereceler ile yükseltir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mücadele/1 I )
Büyük veli Seyyid Abdulkadir Geylanî K.S. de, “velâyet halktan değil, Cenab-ı Hak’tan gelir. Veliliği kullar değil Yüce Allah verir” diyerek, bu işte seçimin Yüce Mevlâ’ya ait olduğunu belirtiyor.
Görülüyor ki müminler içinde ilim, marifet ve takva sahipleri, diğer müminlerden ileridedir. Alim deyince malumat sahibi değil, marifet sahibi akla gelir. Marifet, Yüce Mevlâ’yı gereğince tanımaktır. Marifetin sonucu edep ve ilâhi aşktır. “Kulları içinde Allah’tan ancak alim olanlar korkar.” (Fatır/28) ayeti, alimde bulunması gereken en önemli sıfatın edep olduğunu ortaya koymaktadır. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer/9) ayetiyle diğer insanlardan farklı tutulan alimler, dünyaya değil, Yüce Mevlâ’ya gönül veren ilim ehlidir. Arifler, diğer müminlerle imanda ortaktırlar, fakat ilim, edep ve ilâhi aşkta apayrı bir hale ve dereceye sahiptirler. Gerçek alim, ariftir; işi Hakk’ı tarif etmektir. Kâmil mürşid yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Gönlünü Allah’a veren alime Rabbanî alim denir. Kâmil mürşid Rabbanî alimdir. O, Allahu Tealâ tarafından seçilmiş ve sevilmiş bir kuldur.
Veli Olduğu Bilinenler
Kimin veli olduğunu Allahu Tealâ bilir. Çünkü veliliğin diplomasını Allah verir. Ancak bazı veliler irşadla görevli olduklarından, onlar bellidir. Veli olduklarını, kendileri de bilir, halk da görür.
Bazı müminler Yüce Allah’ı sever. Bunlara “muhib” denir. Bazı müminleri ise Yüce Allah sever, onlara da “mahbub” denir. Mahbub, Allah’ın sevgilisi demektir. Allah sevdiklerinin gönlünü kendisine çekmiş, onu özel olarak terbiye etmiş, nurları ile süslemiş, rahmetiyle desteklemiştir. Mahbub kulları bütün melekler tanır, sever ve desteklerler.
Allahu Tealâ, Kur’an’da müjdelediği gibi (Meryem/96), salih kullarının sevgisini gönüllere yerleştirir, onları insanlara sevdirir. Bu onların edep ve ilâhi aşkına karşılık verilmiş bir hediye ve açık bir keramettir.
Mahbub olan zatların bir kısmı, insanları irşadla görevlendirilir, kendisine hak yolunda imamlık görevi verilir. İcra ettikleri vazife, onların Allah’ın dostu olduğunu gün gibi ortaya koyar. Onlar dilleriyle değil, halleriyle kâmil veli olduklarını ispat ederler.
Arifler derler ki: Allah dostu kâmil mürşidlerin diğer insanlardan en önemli farkı, meclisine giren, yüzünü gören, sözünü işiten kimselere Yüce Allah’ı hatırlatmaları ve kalplerini O’na bağlamalarıdır. Kâmil mürşidlerin bir diğer farkı, heybet ve cazibe sahibi olmalarıdır. Kendilerini gören kimse ister istemez hallerinden etkilenir ve kalbi onların tarafına çekilir.
Mürşidlerin Sıfatları
Kamil mürşidler, “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve bu hali korumak için sadık kullarımla beraber olun.” (Tevbe/119) ayetiyle tarif edilen sadıklardır. Onlar hak yolda rehberlik yaparlar. Kalpleri Allah’a bağlarlar, zayıflamış imanı tazeler, sönmüş sevgiyi canlandırırlar. Bir ömür boyu dini yaşayarak ihya ederler. Onlara müceddid denir. Gerçek müceddid, herşeyini Yüce Allah’a kurban etmiştir. O’nun boyası ile boyanmıştır. Sözü ve işleri ile Yüce Allah’ın şahididir. Kur’an’da böyle kimselere “mukarrabun” makamı tahsis edilmiştir. Mukarrabun’un takvada en önde olduğu belirtilmiştir (Vakıa/11-12). Bu makamdaki kimsenin diğer insanlardan en önemli farkı, içi ve dışıyla Allah adamı olması ve gönlü yanık sadıklara ilâhi aşkı tattırmasıdır.
Kur’an’da ilâhi aşkı ve ahlâkı ayakta tutan bu Rabbanî alimlerin “ulü’l-emr” olduğu bildirilmiştir. Diğer müminlerden de onlara itaat edilmesi istenmiştir. (Nisa/59) Ulü’l-emr, işi üstlenen ve yürüten kimse demektir. Yürütülecek ve görülecek iş Allah’ın işidir. Bu da bütünüyle dindir. Şu halde ulü’l-emr, Allah’ın işini gören, emrini yerine getiren, hizmetini yürüten, dini ihya eden, kulları hakka sevk eden kimsedir.
Kur’an’da Allah’a aşık olanlara “ricalullah” denir. Ricalullah, Allah adamı demektir. Allah adamının en önemli işi zikir, fikir, şükür, hizmet, haya ve ahde vefadır (Nur/37, Ahzab/23).
Kur’an, takvada önde gidenleri pek çok farklı sıfatlarla tanıtmıştır. Sadık, sıddîk, muhsin, muttaki, evliyaullah, ebrar gibi sıfatlar onların ismi gibi zikredilmektedir.
İşte bu sıfatlara sahip olan kimseye gerçek peygamber vârisi denir. Onlar, Efendimiz A.S.’la insanlığa sunulan ilâhi sevgiye, rahmete, ilme ve edebe vâristirler. Rasulullah A.S., bu vârislerin Allah katındaki kıymetini ve diğer insanlardan farkını şöyle belirtir:
“Alimin sırf ibadetle meşgul olan kimseye üstünlüğü, benim sana en düşük seviyedeki kimseye üstünlüğüm gibidir.”
Diğer bir hadiste de bu fazilet şu kıyasla ortaya konur:
“Alimin sırf ibadetle meşgul olan kimseye üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.” (Tirmizî)
Evet, gece gündüz ilâhi emaneti taşıyan ve Yüce Hakk’ın rızası için yaşayan kâmil mürşidler, taşıdıkları bu ağır yükün kıymeti kadar değerlidirler. Allahu Tealâ onlara yüklediği yük kadar manevi destek, kuvvet, feyiz, nur ve tasarruf yetkisi vermiştir.
Onlar, bütün benlikleri ile gerçek zikri çekmektedirler. Yeryüzünde Allah diyen salihler bulunduğu sürece kıyamet kopmayacağına göre, onlar ilâhi zikir ve edeple hem insanları, hem de yeryüzünü harap olmaktan kurtarmaktadırlar. Bunun için bütün alem onlara minnet borçludur.
Gafil insanlar, bu gerçeğe gözünü kapasa da, yerdeki ve gökteki diğer varlıklar bunun farkındadır. Çünkü Rasulullah A.S. Efendimiz’in belirttiği gibi, Allahu Tealâ sevdiği bir kulunu yerdeki ve gökteki varlıklara tanıtmaktadır. (Buharî, Müslim) Gökteki melekler, yerdeki varlıklar, sudaki balıklar, yuvasındaki karıncalar kendi dillerince onun için dua ve istiğfar etmektedirler. (Ebu Davud, Tirmizî) Bu, onların Allah dostlarına, karşı sevgisi ve teşekkürüdür. Acaba bizler, Yüce Allah’ın huzurunda bütün insanlığı temsil eden, gafiller adına ağlayan ve yalvaran bu yüksek şahsiyetlere neden teşekkür edemiyoruz?
Salih kullar, Rabbanî alimler, ahirette şefaat etme şerefine de sahiptirler. Onların farkı, dünyada olduğu gibi ahirette de görülecektir. Onları Allah için sevenlerin hediyesi Allah’ın dostluğu, rahmeti ve cennetidir. Yüce Rabbimiz mahşerde şöyle buyuracaktır: “Benim rızam için birbirini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bu günde onlar kendi rahmet imde olacaklar.” (Müslim)
Mürşidi Tanımanın Kolay Yolu
Allah aşkını hedefleyen tasavvufu tanımak için tatmak gerekir. Nasıl bir tatlıya uzaktan bakmakla veya sırf tarifini okumakla tadı anlaşılamazsa, manevi halleri tatmak da ona ulaşmakla olur. Ulaşmak, yaklaşmakla başlar. Yaklaşmayan yabancı kalır. Yabancı kalan, o şeyin cahili olur. Bir kimse, hem cahil hem de edebi eksik olursa, onun iyi diye yaptığı çoğu şey bile yıkım ve fesat olur. En kötü cahil ise bildiğini zanneden, fakat gerçekte bilmeyendir. Edepli cahil, edepsiz okumuştan daha kârlıdır. Çünkü edepli olan, susmasını bilir. Susmakta pek çok hayır vardır. Fakat içinde edep olmayan sözde ve işte hiçbir hayır yoktur. Aksine zarar çoktur.
Kâmil mürşidi tanımak için, onunla aynı yolu, edebi, zikri, fikri, hizmeti, ibadeti sevgiyi bir derece paylaşmak gerekir. Mürşide teslim olmayan tabi olmaz. Tabi olmayan, onu lâyıkıyla tanıyamaz. Tanımayan sevmez. Sevmeyen bilmez. Bilmeyen onun hakkında şahitlik edemez. Onlar hakkında bilmeden konuşanlar, övseler de yerseler de haksızlık etmiş olurlar. İkisi de mürşidin hakkını zayi eder. Veliyi tanımadan kötüleyen kimse inkâra, metheden kimse ifrata düşer. İnkâr zulüm, ifrat ziyandır. İkisi de haramdır.
Mürşidi Övmede Ölçü
Müridin işi, mürşidinin hangi makamda olduğunu bilmek değildir. Mürşide makamı mürid değil, Allah verir. Sevgi ve sözünde haddi aşanlar, yüceltmek istedikleri kimseye iltifat edeyim derken ihanet ederler. Hiç kimseye velilerin derecelerini bilmek vazife değildir.
Veliyi sevmek, yolunca gitmek demektir. Sevgi iddia değil, ispat ister. Bir velinin büyük bir kutup olması, kendisine inanmayan veya uymayan kimseyi kurtarmaz. Mürşid kendisine methiyeler yazılmasını değil, Allah için uyulmasını ister. Hz Peygamber A.S.’ın şu ikazları herkesi uyarmak ve dengede tutmak için yeterlidir:
“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı batıl yere methettikleri ve ilâh derecesine yükselttikleri gibi, beni yüceltmeye kalkmayın. Ben ancak bir kulum. Bana Allah’ın kulu ve rasulü deyin.” (Buharî, Darimî, Ahmed)
“Ey insanlar! Sözünüzü dikkatli söyleyin. Sakın şeytan sizi basit şeylere sevketmesin. Ben, Abdullahın oğlu Muhammed ve Allah’ın rasulüyüm. Vallahi sizin beni Allah’ın yücelttiğinden daha yükseğe çıkarmanızı sevmem.” (Ahmed, Nesaî)
Kendi Dillerinden Onların Hali
Büyük veli Hakim et-Tirmizî K.S, irşadla görevli Allah dostlarının çok özel hallerinden bazılarını şöyle anlatır:
“Ehlullahın bir kısmı, en yüksek velâyet derecesine sahip olur. Bu kimse, Allahu Tealâ’nın kendisini özel dostluğuna seçtiği ve bu yolda kullandığı bir kuldur. O devamlı Allah ile beraberdir, O’nun himayesinde hareket eder. Allah ile konuşur, Allah ile görür, Allah ile alır, Allah ile verir. Allahu Tealâ onunla kullarını terbiye eder. Onun nazarı ile ölü kalpleri diriltir, onu vesile ederek halkı kendi yoluna çevirir. Onunla ilâhi ahlâkı ve adaleti ayakta tutar. Bu kimse devamlı Yüce Rabbini sena ve yüceltmekle meşgul olur. Rasulullah A.S. onunla Allah’ın huzurunda övünür, sevinir. Allah onu nefsini görmekten ve kendisine güvenmekten korur. Bu haliyle onun sözü kalpleri Allah’a bağlar. Görülmesi nefislere şifa verir. Onun bir insana teveccühü ve yakınlığı kötü huyları temizler. O herkese fayda veren bir rahmet bulutudur. Hak ile batılın arasını ayırt eder. O sıddıktır, hak adamıdır. Allah’ın has dostudur, ariftir. İlhama mazhardır.” (Nevadiru’I-Usul, I, 339)
Böyle bir insana kimin ihtiyacı yoktur?
Dilaver Selvi