Günah Ne Kadar Büyük Olsa da…
Günah Ne Kadar Büyük Olsa da…
Mekke’nin fethedildiği gün nice yüzler gülmüştü. Yıllardır ayrı kaldıkları kutsal beldeye kavuşmanın yanı sıra, bir de Allah’ın Evi’nde buluşmanın verdiği haz vardı gönüllerde. Bu haz, Beytullah’a girişte ashabın yüzlerinden okunuyordu.
Önde Kainatın Biriciği Efendimiz A.S., yanında başta Ebubekir R.A. olmak üzere tüm ashabı… Silah yok, kavga yok, karşı koyma yok…
Gönüllerde rahmanî bir huzur var. Allah Tealâ’nın nazargâhı olan Beytullah’ı tavaf edişte bir edep var. Bu edepte ise iman etmiş bir kalbin, engellenemez bir teslimiyeti var:
Lebbeyk… Allahümme lebbeyk: Buyur Allahım!.. Buyur Allahım!..
Bir Hürriyet Arayışı
Ama Mekke fethedildiği gün yine nice yüzler gülememiş, bu güzelliğe gözleri bile dayanamamıştı, Bu yüzden yer ve gök dar gelmiş; ihtimal, ‘Muhammed artık bizden intikam almak için, hem ibret-i âlem olsun diye bizi Mekke’nin ortasında astırır’ düşüncesiyle pek çok Mekkeli müşrik şehri terk etmişti.
Sevgiden mahrum insanlar o sıcak yüreğin, o gönülden süzülen bir tek tebessümün değerini nereden bilebilir? “Muhammed Allah’ın Rasulüdür.” (Fetih/29) diyemeyenler, ezelden ebede kadar ilâhî nur taşıyan o rahmet peygamberini nasıl bulabilir?!.
İşte o gün bu şehirden kaçmıştı Vahşi b. Harb…
Kaçmak onun için bir çareydi belki de. Ne var ki Allah’ın rahmeti sonsuz. İnsan tertemiz bir ruh halinde yaratılmışken, nefsi tarafından aldatılmış, kandırılmış ise eğer, insanın kendisine değil, taşıdığı kötü sıfata karşı konulur. Bu yüzden olmalı; günah işleyen değil, günahında ısrar edip tevbe etmeyen ateşe çağrılır.
Vahşi b. Harb köleydi. Bedir savaşını kaybeden Kureyşliler ona kölelikten nasıl kurtulabileceğini söylediler:
– Ya Hamza’yı veya Ali’yi yahut Muhammed’i öldür, hürriyetine kavuş!..
Hürriyetin anlamını, köleliğin ne olduğu bilen anlar. Vahşi b. Harb aklına koymuştu bir kere. Kurtulmalıydı bu kölelikten…
Şehitlerin En Değerlisi
Ve Uhud Harbi… Her anı ibretlerle dolu muharebe. Teslimiyetin fert fert gösterildiği ve hep birlikte ashabın tek vücut olabilme mücadelesini verdiği savaş…
Hz. Hamza R.A… Rahmet Peygamberi A.S. Efendimiz’in amcası. Vahşi b. Harb tarafından bu savaşta karnı yarıldı, ciğeri çıkarıldı, burnu ve kulakları lime lime edildi, bir intikam uğruna ve en vahşi şekilde…
Savaş bittiğinde Peygamber A.S. Efendimiz, sadece imanından dolayı bu vahşetin uygulandığı mübarek naaşın başına geldi. Arkadaşları bir hırka ile üzerini örtmeye çalışıyorlardı. Ama başını örtseler ayağı açılıyor, ayağını kapatsalar başına yetmiyor. “Ey Allah’ın Rasulü!.. Geniş bir kefen bulamadık ki onu kefenleyelim!” diyorlardı. O gün ablası Safiyye hıçkıra hıçkıra nasıl ağlamıştı! Hele gül neslin anası Hz. Fatıma… Ve ardından Kainatın Biriciği Efendimiz A.S. tutamamıştı gözyaşlarını…
O zaman Cebrail A.S. Mahzun Nebi’ye gelip şöyle demişti:
“Hamza, göktekiler yanında Allah ve Rasulü’nün aslanıdır, diye yazıldı.”
Vahşi, Uhud günü kölelikten kurtulmuştu. Aradan yıllar geçmiş, ama hâlâ esir yaşıyordu. Zira Mekke fethedildiği gün Taif’e, Kainatın Efendisi Taif’e gidince de önce Şam’a ardından Yemen’e kaçmıştı. Adeta yeryüzü ona dar geliyordu.
Ancak Vahşi b. Harb’ın bu hali Alemlerin Rabbi’ne elbette gizli değildi. İhtimal, Vahşi’nin gönlünde bir yöneliş vardı. Nefsi kabul etmese de gözleriyle gördüklerine iman etmeli, gönlüne Son Peygamber’in sevgisini artık koymalıydı. Ama ne yapmalı, nasıl bir yol bulmalıydı, gönüller sevgilisi Muhammed A.S.’a ulaşmak için…
İlâhî irade sebepler yaratmaya başladı. Bir dostu ona: “Bu kaçış niye? Muhammed kendisine iman edenleri asla öldürmüyor” dedi.
Bir Mektup, Bir Davet
Belki de bu söz tevbe kapısını aralamıştı. Gönüldeki iman ateşinin yanması gibi bir şeydi bu. Şimdi o Rahmet Peygamberi’ne sevgi ile bakma zamanıydı.
İstisnasız her yaratılmışa Allah vergisi rahmet nazarı ile bakan Sevgili Peygamberimiz, amcası Ebu Talib’in imana gelmesinde ne kadar hassas davrandı ise, ciğerparesi diğer amcası Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi b. Harb’in Allah’a ve Rasulü’ne iman etmesinde bir o kadar ısrarlı idi. Yeter ki bir kul Allah Tealâ’nın huzurunda boynunu büksün…
Ve… Rasulullah A.S. Efendimiz, Hz. Hamza R.A.’ı şehit eden Vahşi b. Harb’in O’nu ağlatan vahşetine rağmen bir mektup yazdı. İman ettiği takdirde, Allahu Tealâ’nın kendisini affedeceğini bildirdi. Mektupta şu ayeti kerime yer alıyordu:
“Onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan günahının cezasını bulur. Kıyamet günü azabı kat kat olur. Ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır.” (Furkan/68)
Vahşi b. Harb mektubu alınca, şu ifadeleri içeren bir mektup yazdı:
“Sen beni müslüman olmaya davet ediyorsun. Ama ben, bu ayette geçen bütün günahları işledim. Küfür içinde yaşadım. Zina ettim. Bir de senin gözünün nuru amcanı öldürdüm. Benim gibi birisi affedilir mi ki, ben de müslüman olayım?..”
Günahın ne kadar büyük olduğunu anlayabilmek, tevbenin ilk merhalesiydi. Rasulullah A.S. Efendimiz gönderdiği ikinci mektupta, onun bu haline:
“Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, büyük bir günah ile iftira etmiş olur. (Nisa/43) ayeti ile cevap verdi. Bu yaklaşım, Gönüller Sultanı’na giden yolu iyice aralamıştı.
‘O’nun Rahmetinden Ümit Kesmeyin’
Vahşi b. Harb, bu ayeti kerimede kendisinin affedileceğine dair kesin bir işaret bulunmadığını ifade ederek, “Allahu Tealâ dilerse affedecek deniliyor, ya dilemezse?..”diye şüphesini dile getiren, dolayısıyla müslümanlığa güç yetiremeyeceğini söyleyen bir mektup yazdı.
Bunun üzerine Rasulullah A.S. Efendimiz Vahşi b. Harb’e üçüncü bir mektup gönderdi. Bu mektupta ise şu ayeti kerime yazılı idi:
“De ki : Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!.. Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Zümer/53)
Vahşi b. Harb bu mektubu aldıktan sonra “şimdi tamam” dedi. Ve Medine’ye Peygamberimiz’in huzuruna geldi. Efendimiz A.S. sordular:
“Anlat, Hamza’yı nasıl öldürdün?”
Vahşi b, Harb, Uhud Harbi sırasında olanları bütünüyle anlattı. Nihayet sözlerini bitirip Peygamberimiz’e biat etti. Ancak Rahmet Peygamberi’nin kendisinden bir isteği vardı:
“Mümkünse bana fazla görünmemeye çalış! Çünkü seni her gördükçe Hamza’yı hatırlar ve sana gereken şefkati bir insan olarak gösteremeyebilirim. Böylece sen talihsizliğe itilmiş, ben de vazifemi tam yapamamış olurum!..”
Vahşi zaten yeterince kırmıştı Kainatın Efendisi’ni. Ama ondan uzakta kalmak da kolay değildi elbette. Bir tebessüme hasret kalmanın ne demek olduğunu, o bütün varlığı ile yaşamış, gönülden bırakıvermişti ellerini nur-u muhammedîye… Artık sahabi sıfatını aldıktan sonra, kalp bu sevgiliden asla ayrılamazdı, ayrılmadı da…
Mescidi Nebi’de, Gönüller Sultanı’nın çok defa sadece sesini duyabilmiş, nice günler kendi kendine, “bir gün Allah Rasulü artık görünebilirsin der mi acaba?” diye o muştulu haberi ne kadar da beklemişti…
“O kimsenin gülüşü ne mübarektir ki, ağzını açınca can hokkasından inci görünür gibi kalbi gözükür. Sen kaya da olsan, mermer de bulunsan, bir kâmil veliye kavuşunca cevher haline gelirsin. O velinin muhabbetini kalbine yerleştir.
Ariflerin sevgisinden başka şeye gönül verme. Ümitsizlik tarafına ise hiç gitme. Günaha yönelme. Zira güneşler hâlâ parlıyor. Gönül seni kalp ehlinin semtine doğru çeker. Aklını başına al da, bir gönül erinin sohbetiyle kalbine gıda ver. O kalbin sahibinden bir ikbal dile.” diyen Hz. Mevlâna’nın sözü, sanki esasını bu hadiseden almış gibiydi.
Ve bir gün Vahşi b. Harb, duyduğu acı haber karşısında iyice yıkıldı:
Kainatın Efendisi A.S. ahirete irtihal etmişti.
Yıllar var ki, doyasıya koklayamamıştı o nurlu elleri… Oysa bir tek rahmet nazarı kendisine yetecekti, inanmıştı buna. Ama ilâhî irade…
Anlaşılan o ki, bütün hadiselere yön veren Allah Tealâ kendisinden istikamet istiyordu. Bu istikamet, sevgiliye verilen sözde gizlenmişti. Günahına keffaret olmak üzere sahip olduğu her şeyini feda edecekti, buna canı da dahildi. Hz. Hamza’yı şehit eden mızrağını yeniden eline aldı. Esasen onu belki de bu gün için saklamıştı.
Saklanan Mızrak
Hz. Ebubekir R.A.’ın hilafet zamanıydı. Müseylime adında bir sahtekâr peygamberlik iddiasında bulunuyordu. Hz. Ebubekir R.A. da Halid b. Velid R.A. komutasında bir ordunun hazırlanmasını istedi. Hz. Vahşi R.A.’ın aradığı fırsat nihayet ortaya çıkmıştı. Bu ordunun arasında bir nefer olarak ver aldı.
Savaş günlerce devam etti. Müseylime ve ordusu ölüm-kalım savaşı veriyordu. Bir ara Müseylime kaleden çıkıp kaçmak isterken, nöbet bekleyen bir sahabi “işte Allah’ın düşmanı kaçıyor!” diye seslendi.
Vahşi R.A. bu sözü işitince, elindeki mızrağı Müseylime’nin göğsüne indirdi. Onu öldürdüğünü anlayınca da şükür secdesine kapandı. İhtimal, Allah Rasulü A.S.’ın ruhaniyetine “ey Allah’ın Rasulü!.. Artık gelebilir miyim?” der gibiydi…
Hz. Mevlâna: “Her ne olursan ol, yine de gel! İster Mecusi, ister Putperest… Tevbeni bin kere bozmuş olsan da yine gel! Burası ümitsizlik kapısı değil…” derken, Şems-i Tebrizî Hazretleri’nde böylesi nice güzelliklere ulaşmıştı demek abartı olmasa gerek. İşte bu gönül eri Mesnevi’de şöyle diyor:
“Bir kandil, mumdan alıp da yandı mı, onu gören mumu görmüş olur. Bu parlaklık yüz kandile de nakledilse, sonuncusunun aydınlığını görmek, en evvelinin nurunu görmek gibidir.
İstersen aradığın hidayet nurunu sonuncu kandilden, dilersen bizzat can ışığından al! Aralarında fark yoktur. İstersen o hidayet nurunu sonraki kandillerde, yani hayatta olan mürşidlerde; istersen gelmiş-geçmiş velilerin ruhlarında gör. Bir nefes gelir, seni görür gider. Ve bu nefes her kimi dilerse ona da hayat verir.”
Neden olmasın?!.
Bir bahar mevsiminde güller arasında dolaşanlar gibi… Bahar kokulu çiçeklerden bir nefes alanlar gibi…
Ahmet Yatağan – Semerkand Dergisi